Aslı Aslına Nesli nesline Hu!
26.11.22
Her insan yaratılış
itibariyle lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm'a en müsait bir hüviyette
doğar. Lakin insanın başta ailesi olmak üzere çevresi ve bulunduğu muhit o
temiz ve lekesiz fıtratı şekillendirmeye başlar. Yani insanın ilk fıtratı
yazılmaya müsait bembeyaz bir kâğıt gibidir.
Her insanın doğuştan gelen
elbette belli bir programı belli bir kabiliyeti belli bir potansiyel yeteneği
vardır. Bu kuvve ve potansiyel hâlinde bulunan yeteneklerin ilim, eğitim ve
terbiye gibi şeyler ile inkişaf ettirilmesi gerekiyor.
Lakin her insan doğuştan deha
ve üstün yetenekli demek yanlış bir bakış açısıdır. Üstün yetenek ve deha gibi
şeyler, sadece eğitim ve öğretim ile elde edilen yetenekler değildirler. Bazı
insanların fıtratına deha ve üstün yetenekler konulmuştur ve bunlar eğitim ve
öğretim ile geliştirilirler demek daha doğru bir bakış açısıdır.
Fahri Kâinat Efendimiz (SAV)
“El veledü sırrı ebihi; Çocuk,
babasının sırrıdır”. “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu
Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” Hadisi Şerifleri
çocukların yetişmesinde anne ve babanın önemini güzel bir şekilde ifade ediyor.
***
Şeyh Sadi Şirazi, 1193
yılında Şiraz’da dünyaya geldi. İlköğrenimini doğduğu yerde tamamlamış, çocuk
yaşta babasını kaybettiğinden amcasının himayesine geçmiştir. Moğol istilaları
sebebiyle Bağdat’a göçeden Sadi Şirazi, Nizamiye Medreselerinde eğitimine devam
etmiştir.
Bağdat’ta bulunduğu sırada
devrin en iyi âlim ve edipleriyle bir arada bulunan Şirazi, Kur’an’ı hıfzederek
ilmini taçlandırır. Yıllar içinde binlerce kilometrelik ilim yolculukları yapan
Şirazi, felsefe ve tasavvuf kavramlarından yola çıkarak “arifane” ekolünü
kurmuştur. Şeyh Sadi, Şam'da olduğu sıralarda Harçlılara karşı Türk-İslam
Savaşı’na katıldı.
Hıristiyan kuvvetler tarafından esir
düşürülerek ağır şartlar altında yıllar çalıştırıldı. Kendisindeki ilmi fark
eden bir şahıs yüklü miktarda fidye ödeyerek onu özgürlüğüne kavuşturur. Bu
olaydan sonra kabuğuna çekilerek eserler kaleme alan Şeyh Sadi, yaşadığı
yıllarda toplumun sevgini ve takdirini kazanır. 1292 yılında hayata gözlerini
yuman şairin kabri, Şiraz'daki Sadi Türbesi’ndedir.
En önemli eseri
Bostan-Gülistan’da adalet, insaf, cömertlik, aşk, teslim, rıza, tövbe gibi
kavramları edebi bir dille anlatmıştır. Büyük şair, aynı zamanda sufîliğin
gelişimine; Afrika, Hindistan gibi birçok yere yayılmasına katkıda bulunmuştur.
Hazretin eserinde geçtiği
nakledilen bir menkıbeyi istifade edilsin diye burada paylaşıyorum.
“Vaktiyle eski Padişahlardan biri, ''Mademki ben padişahım sultanım ve
idarenin mesulüyüm, Hızır Aleyhisselam'ı görmem lazım gelir.'' diyerek
vezirini çağırmış ve ona sormuş:
- Hızır Aleyhisselam diri midir, hayatta mıdır?
- Şeriat-ı İlah iyede verilen haberlere göre diridir ve hayattadır.
- Madem hayattadır. Hızır Aleyhisselam'ı davet et. Gelsin, beraberce görüşelim.
- Onun nerede olduğu bilinmez, sorulmakla tanınmaz.
- Binlerce evliya-ı izam bulup görüştüğüne göre bizimde bilip görüşmemiz lazım
gelir. Sen benim vezirimsin ne icap ediyorsa yerine getir.
Vezir tamam vezir amma, öyle ha deyince
de Hızır Aleyhisselam'ı bulmak her
yiğidin harcı değil. Biraz da siyaseten demiş ki;
- Hızır Aleyhisselam hayattadır ama benimle görüşmesi mümkün olmaz. Çünkü
benden çeşit çeşit zulüm meydana geliyor.
Hızır Aleyhisselam kalbi cilalanan, nefsini terbiye eden Allah dostlarının
yaranıdır. Ben devlet işleriyle sizin hükmünüzü yürütürken, ola ki benden
tam adalet sudur etmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Hızır Aleyhisselam'ı
görmem pek münasip olmayabilir.
Şeyhül İslam-ı çağıralım.
Çünkü Şeyhül İslam Risaletin varisidir.
Vezir bu sözlerle sorumluluktan sıyrılmaya çalışır. Sultanın emri üzerine
Şeyhül İslam çağırılır.
Sultan ondan Hızır Aleyhisselam bulup getirmesini ister. Şeyhül islam şöyle karşılık
verir.
- Sultanım, Hızır Aleyhisselam'ı bulmak
ilim değil kemalât işidir. Nice ilim sahipleri onu bulamamış ama nice
kalbini tezkiye, nefsini tasfiye edenler Hızır Aleyhisselam ile görüşmüştür.
Ben bu devlet işlerinde sizin hükmünüzü icra ederken hatalı fetvalar vermiş,
günaha girmiş olabilirim. Bu durumda Hızır Aleyhisselam'ı bulmam ve çağırmam
müşküldür. Müsaade edin, bir mühlet verin; Hızır Aleyhisselam'ı bilip bulacak
birini bulayım.
- Tez vakitte gel.
Şeyhül islam, ülkenin dört bir tarafına tellallar çıkarır. Tellallar sorup
soruştururlar, gördün mü diye, görmedim. Göreni de mi görmedin derler. Hani en
azından göreni bulmaktır ümitleri. Hızır Aleyhisselam'ı bulabilecek olanların
Allah rızası için saraya gelmelerini duyururlar.
Bir zat Şeyhül islamın huzuruna girerek
Hızır Aleyhisselam'ı bulup getireceğini söyler. ''Beni sultanla buluşturun.''
der. Şeyhül islam sevinçle o zatı sultanın huzuruna çıkarır. O zat, kendisine
kırk gün mühlet verilirse Hızır Aleyhisselam'ı bulacağını vaat etmesi üzerine
kendisine kırk gün mühlet verilir. Ancak bir şartı vardır. ''Bu sarayda siz ne
yiyor ve içiyorsanız bir mislini de bizim eve göndereceksiniz.'' der. Sultan
kabul eder ve zatın isteğinin yerine getirilmesini emir buyurur.
O zatın, eve dönünce gönlünü bir endişe ve üzüntü kaplar. Nefsinin yaptığı bu
işten ve işin akıbetinden korkar. Hanımı eve gelen yemekleri görünce efendisine
bunun sebebini sorar. Hanımına şu cevabı verir:
- Hanım; Sultana, Hızır Aleyhisselam'ı götüreceğimi söyledim ve kırk gün biz de
sultan gibi yiyip içeceğiz. Ama kırk gün sonra başımıza ne gelir, Mevlâm bilir.
- Sen Hızır Aleyhisselam'ı bilir misin?
- Bilmem.
- Ne cesaretle böyle yaptın?
- Allah Kerimdir. Artık nefsime fukaralıktan gına geldi. Nefsim bana, sen de
insansın, sultan da insan. Sen Allah’a, Resulullah’a, Hızır Aleyhisselam'ın
ruhaniyetine sığın. Ömründe kırk gün de olsun saray yemeği ye'' dedi.
- Kırk gün çabuk geçer. İşin zor ama Allah’tan sana yardım dilerim.
Böylece sultanlar gibi yiyip içtiler. Kırk gün dolunca saraydan iki büyük at
gönderilir. Biri Hızır Aleyhisselam'ı getirecek zata diğeri de Hızır
Aleyhisselam'a.
Mübarek fakir iki rekât namaz kılar. Allah’a niyaz eder. Sayısız salavatlar
getirir. Allah’ın Habibini vesile kılar.
''Onun yüzü suyu hürmetine beni sultanın huzurunda mahçup etme Allahım.'' diye
yalvarır.
''La havla vela kuvvete illa billahil aizm'' der ve ata biner.
Onu almaya gelenler, Hızır Aleyhisselam'ın nerede olduğunu sorarlar.
''Bu sultanla benim aramda bir meseledir. Saraya gidelim.'' der ve saraya
gelirler.
Sultan, o zatı görünce Hızır Aleyhisselam'ın nerede olduğunu sorar.
Fakir zat konuşmaya başlar:
- Sultanım, ben hayatımda Hızır Aleyhisselam'ı hiç görmedim. Fakirlik canıma
tak etmiş, özene bezene bir taam yememiştim. Nefsim bana;
''Sultanlar fakir fukaranın da vekilidir. Sultanın bir vazifesi, ülkesindeki
fakirleri beslemektir.'' dedi. Kırk gün senin gibi yaşamak istedim ve böyle bir
vaatte bulundum. Umarım ki senin asaletin ve sultanlığının izzeti benim gibi
bir fakiri hoş görür. Allah sana Hızır’ı kavuştursun.
Sultan kızar:
- Kırk gün bizi neden oyaladın be adam! Hakkından gelemeyeceğin işi neden vaat
edersin? Madem fakirdin, huzuruma gelip bir ihsan isteseydin! Kırk gün bizi
aldatmak olur mu?
Baş vezire dönerek sordu:
-Şimdi buna ne ceza verelim?
-Sultanım emir ver, onu parça parça
etsinler, her parçasını bir sokak başına diksinler. Böylece kimse sultana yalan
söylemeye cesaret edemesin.
O anda, O mübarek zatın yanında masum genç bir delikanlı peyda oldu. Oradaki cemaat,
o zatın veya sarayda bulunan birisinin oğlu olduğunu düşündüler. Genç fakir
zatın yanına oturdu ve “Her şey aslına
dönecektir. Aslı aslına nesli nesline HÛ'' dedi.
Sultan ikinci vezire sordu:
- Bu adama ne ceza verelim?
- Bunu bir dibeğe koyalım. Döve döve
keşek yapalım. Şehrin her bir köşesine parçalarını bırakalım ki herkese ibret
olsun.
Yine o delikanlı,
''Her şey aslına dönecektir. Aslı
aslına, nesli nesline HÛ'' dedi.
Sultan üçüncü vezire sorunca, o da şöyle dedi.
Baş vezir ve diğer vezir güzel söylediler.
Elbette sultanı kandırıp kırk gün oyalamak büyük bir vebaldir. Bana sorarsanız
sizin sultanlığınıza yakışan, af ile muameledir. Affetmek Peygamberlerin
sıfatıdır. Siz onu affedin ki Allah da sizi affetsin. Size de bu yaraşır.
Yine o delikanlı,
''Her şey aslına dönecektir. Aslı aslına
nesli nesline HÛ'' dedi.
Üçünde de o delikanlı aynı sözleri söylemesi sultanı şaşırttı. Fakir zata
sordu:
- Bu delikanlı neyin olur?
- Bu delikanlı benim bir şeyim olmaz. Onu ilk defa görüyorum. Herhalde buradaki
zevattan birinin oğludur.
Bu sözler üzerine sultan gence sordu:
- Ey delikanlı, sen kimsin? Vezirlerimin
üçü de farklı cevaplar vermesine rağmen sen her defasında, ''Her şey aslına
dönecektir Aslı aslına nesli nesline HÛ'' dedin. Neden böyle söyledin?
- Bu zat size kimi getirecekti?
- Hızır Aleyhisselam'ı getirecekti.
- Sultanım, baş vezirin bir kasap
oğludur. Babası devamlı et parçalayıp böldüğü gibi, baş vezirde halkı kırmaktan
başka bir işe yaramaz.
- İkinci vezirin bir aşçı
oğludur. Babası dibek dövdüğü gibi o da halkı dövüp söver.
-Ama üçüncü vezirin bir vezir oğludur. Asaletli faziletli kâmil bir
insanın oğludur.
-Ben ise aramakta olduğunuz Hızır’ım. Cenabı Hâk işte şu zatın hürmetine beni
sana getirdi. Sana nasihatim şudur ki, baş vezirini saraya kasap başı, ikinci
vezirini de saraya aşçıbaşı yap. Üçüncü vezirin haddini, hukukunu bilen kâmil
bir insandır. Onu da baş vezir yap.
Hızır’dan maksat nasihattir. Şu fakir zattan da ihsanını kesme. O sabırlı ve
kâmil bir zattır.
''Her şey aslına dönecektir Aslı aslına
nesli nesline HÛ'' Bu sözleri söyledi ve köşeden kayboldu.
Çünkü ”Çocuk babasının sırrıdır” Hadisi Şerifi
bütün evlatlar üzerinde tecelli edecektir.
İbni Haldun : “Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın.
Zira zaten size benzeyeceklerdir. Kendinizi terbiye edin yeter.”
Eskilerin tabiri ile armut
dibine düşermiş vesselam.
Son sözümüz Merhum Abdürrahim
Karakoç abiden:
“İmansızda vicdan olmaz
çocuğum,
Kırk cesette bir can olmaz çocuğum,
Tay büyür at olur, ona sözüm yok,
İt büyüyüp insan olmaz çocuğum.”
Baki Selamlar.